18 Temmuz 2018 Çarşamba

Onur ve Kişilik




Onur ve Kişilik

       El değmemiş ormanlar, gürül gürül akan şelaleler, ulaşılmaz zirveleriyle arşa kafa tutan dağlar, çöller ve denizler, üzerinde yaşadığımız bu dünyanın doğal oluşumlarıdır. Ve bu oluşumların ne bir eli, ne bir ayağı, ne de insanı kendine çekmek için bağırıp kendini duyuracak bir dili vardır. Ama yine de birçok insan, bu gibi doğal güzellik ve oluşumları görmek için, kilometrelerce, hatta bazen kıtalar arası yolu kat eder. Onca yolu kat etmelerinin tek nedeni ise, adını ve güzelliğini duyduğu bu doğal oluşumları görmek içindir.

       Bir ormanın bin bir renk ve çiçekten sahip olduğu bitkisi ve ağacı, içinde barındırdığı binlerce kanatlı kanatsız canlı, onun birer parçası ve onu güzel kılan dallarıdır. Aslında bunların her biri ormanı var eden uzuvlarıdır. Onu şekillendiren, göze getiren ve orman diye adlandırılmasını sağlayan da, sahip olduğu bu çeşitliliktir. Eğer barındırdığı bu çeşitliliği yavaş yavaş, ya da tek tek yok etmeye başlarsanız, zamanla bu vasfını yok edecek ve gün gelecek ki, binlerce kilometre, hatta kıtalar arası insanı kendine çeken ormanın yerinde, esen yeller ve insanların kaçtığı ıssızlıktan başka bir şey bulamazsınız. Yani böylece onu yok edersiniz.

       Hatta doğal yaşamda var olan öyle bir realite vardır ki, belki de ona yapılan kıyıma karşı verdiği en büyük tepkilerden biridir bu. O da, elsiz, ayaksız, dilsiz, sadece güzelliği ile insanoğlunu kendine çekmesini başardığı gibi, yeri geldiğinde ona yapılan aksi müdahalelere karşı gösterdiği tepki ile insanoğlunu kendinden kaçırmasını da başarmasıdır.

       Mesela, yaşarken bakmaya kıyamadığımız bir ceylanın, ötüşüne doyamadığımız bülbülün, devasa boyutlarıyla, seyre doyamadığımız filin, zürafanın katledilmesi sonrası leşe dönerek yaydığı koku ve korkunç görüntüleri ile elsiz, ayaksız, ya da sessiz olarak insanoğlunu kendinden kaçırmayı başarması gibi. Veya bir zamanlar gülü, çiçeği, meşesi, çayırı ile gezmeye doyulmayan nice orman ve ovanın, yok edilmesi sonucu, bu gün ekolojik sistemde kendini gösteren negatif reaksiyonlar. Dünyanın birçok yerinde, ölümcül düzeyde baş gösteren kuraklık, ya da dengesiz aşırı yağışlardan önlenemez sel sorunlarının giderek daha fazla duyulması gibi.

       Bunlar var olan doğal yaşamı meydana getiren her bir parçasının, yapılan müdahaleler sonucu gerçek özünden sıyrılması ve özünü kaybetmesi sonucu gösterdiği tepkilerdir. Doğal yaşamın bir parçası olan insanoğlu da, ondan farksız değildir. Nasıl ki, bir ormanı orman yapan, her bir çiçeği, gülü, kelebeği börtü böceği onun birer uzvu olarak, var olmasını sağlıyor ve onu orman olarak vasıflandırıyorsa, insanoğlunu da vasıflandıran ve birey ya da toplumsal olarak var olmasını sağlayan vasıflar ve özellikler vardır. Onlar da bir önceki yazılarımda dile getirdiğim gibi, sevgi, dostluk ve benzeri özelliklerdir. Bu vasıf ve özelliklerden belki de en önemlilerinden biri de onur ve kişiliktir. Onu şekillendiren, farklı kılan ve insani benliğine ulaştıran belki de en önemli özelliği de budur.

       Bu değerler ise kolay kolay sahip olunan değerler değildir. Çünkü onur ve kişilik, birçok insani özelliğin toplamından sağlanan bir olgudur. Birine onurlu ve kişilik sahibi demek için, ya da onur vasfını hak etmek için toplumsal kabul görmüş birçok kavramı hak etmek ve o kavramlara sahip olmak gerekir.

       Her şeyden önce, kültürümüze göre namusuna, ya da genel bir anlayışla söylemek gerekirse, eşine ve çocuklarına sahip çıkmak, onurlu ve kişilikli olmanın en önemli özelliğidir. Çünkü namusuna, ya da eşine ve çocuklarına sahip çıkmayan, hayvani bir dürtü ile yaşar ki, hayvanlar da ise bu tür kavramlar söz konusu değildir. Böyle bir yaşamın, vatan sevgisi, vatandaşlık sevgisi, bayrak sevgisi, konu komşu ve milliyet duygusu, kısacası onu bir insan olarak toplumla bağdaştıran hiçbir kavrama bağlılığı da olmaz. 

       Bu gün toplumsal olarak, inanın çıktığımız sokağımız, mahallemiz veya şehrimizin bize gösterdiği gerçek ise, bu kavrama bağlılığın giderek ne kadar zayıfladığını göstermektedir. Toplumları illeri taşıyan genç nesildir. Çünkü gelecek ancak onların varlığı ile şekillenir. Bu gün özellikle yaşadığım şehirde her gün şahit olduğum içler acısı durum, bu vahametin açık göstergesidir. Çünkü genç neslimizin gün geçtikçe, daha da parlayıp ışıyacağına, ilme, irfana, sanata, geleceğe sarılacağına, uyuşturucuya, fuhuşa, gaspa ve kendini satma eğilimine girdiğine şahit olmaktayız.

       Evet, belki bir çok okuyucu gördüğü ve şahit olduğu birkaç kişiden dolayı ki, bu birkaç kişi denilen sayıyı saymak ise artık mümkün değil. Çünkü şahit olduklarımız artık sayılmayacak kadar, kendini ulu orta açığa vuran bir rakama ulaşmıştır maalesef.  Böyle bir genellemeye itiraz edebilir. Ama doğal bir gerçek var ki asla itirazımız da, karşı koymamızda mümkün değil. O da, koskocaman barajları yok olma eşiğine götüren nedenlerin en başında, hiç önemsenmeyen en ufak çatlakların olduğu, ya da tek bir damla zehrin, koskocaman bir kazan sütü heba etmeye yetmesi gibi gerçeklerdir.

       Her çocuk mutlaka bir anne ve babadan dünyaya gelir. Peki, şimdi bu çocukları ulu orta ortaya salan anne ve babadan, toplumsal bir fayda beklenebilir mi? Ya da artık bu yaşam biçimini seçen bir nesilden nasıl toplumsal bir gelecek beklenebilir? Bu gibi bir nesilden, aile, komşu, millet, vatan ya da bayrak sevgisi, ya da böyle bir toplumda, bu değerlere bağlılık beklenebilir mi?  

       Onur ve kişilik sahibi bir bireyin sahip olduğu en önemli başka bir özellik, asla hak etmediğine ve hakkı olmayana el uzatmamasıdır. O alın teri dökmeden, ya da kendi emeğinin karşılığı olmayan hiçbir şeye el uzatmadığı gibi, başkasına ait olan hiçbir şeye de göz dikmez ve asla sahiplenmeye çalışmaz.

       Onur ve kişilik sahibi bireylerin barındırdıkların başka bir ortak özellik ise, asla yalana başvurmamaları ve dost doğru olmalarıdır. Onlar hiçbir zaman yakın ya da uzak hiçbir insan için yalan beyanda bulunmazlar ve insanları karalayıp kötülemezler. Her hangi bir durumda, asla doğrudan ayrılmazlar ve bu durum yakını, ya da bizatihi kendi canını yaksa da, onlar yine de doğru olandan yanadırlar.

       Onur ve kişilik sahibi her bireyin taşıdığı ve onları toplumda farklı kılan belirgin başka bir özellik ise, asla el açmazlar ve yardım dilemezler. Hatta öyle bir durumla karşılaşmaları halinde, bu onlar için o kadar ağır olur ki, belki açlıktan, ya da öyle bir duruma düşmekten ölümü dahi tercih edebilirler. Çünkü bu özellik, her gün yanmasına rağmen, ışık olma pahasına, evreni yaşanır kılan belki de en büyük yıldızdan ona sirayet eden en belirgin özelliktir. Aslında toplumları var eden ve illeri taşıyan, bir arada tutan en belirgin insani değer de belki de budur. 
 
       Oysa bu gün, sokağa ya da mahallenizin bir köşesine çıkın şöyle bir etrafınıza bakın bakalım. Göreceğiniz her hangi bir belediyenin yardım aracının etrafında, yemek ya da içecek dağıtan yardım kuruluşlarının kapılarında, ya da hiç görmezseniz her hangi bir namaz vaktinde, en yakınınızdaki her hangi bir caminin kapısına uğrayın ve şöyle bir bakın. Özellikle yardım araçları ve yardım kuruluşlarında uzayıp giden kuyruk ve toprak atsan yere düşmeyecek kalabalıkları görün ne demek istediğimi anlarsınız.

       Artık insanlarımız bırakın böyle yardım kapılarından bulunmaktan utanmayı, onura aykırı görmeyi, bir nevi o yardımı kapmaktan onur duymaya ve marifet saymaya başlamış duruma gelmiştir. Adamın altında son model Mercedes araç, yaşadığı daire yüz milyarlar değerinde, neredeyse bağ bahçe han hamama sahibidir. Ama yine de bu tür yardım kuyruklarında ve yardım amaçlı dağıtımlarda bulunmaktan esef duymamaktadır.

       Hadi büyükler neyse de, ya daha yeni yeni serpilip yeşerme çağındaki çocuk ve gençlere ne demeli. Artık cami kapılarında ve yardım kuyruklarında, yaşlı ve gerçekten yardıma muhtaçlardan ziyade, ufacık çocuklar, gençler el açma yarışına girmiş durumdalar. Ki öyle ki, böyle bir yardım ve sadakayı kapmak için, neredeyse bir birinin gözünü çıkaracak kadar da fütursuzlaşmış ve öz benliğini kaybetmiş duruma gelmişler.

       Atalarımızın yasa mahiyetinde bir sözü vardır. Ağaç yaş iken eğilir. Peki, şimdi bunca çocuk yaşta dilenmeye, ondan bundan koparmayı marifet saymaya, onun bunun eline bakarak yetişen bir nesilden bir gelecek beklenebilir mi? İnanın böyle bir nesil, beş kuruş uğruna değil görevini, arkadaşını, dostunu, gerekirse vatanını ve kendini dahi satar. Çünkü bu doğanın değişmeyen kanunudur. Gelişme çağındaki bir fidana gereken özeni gösterip düz yetiştirmeyi başarmamışsan, ağaç olduktan sonra onu asla ve de asla düzeltemez ve doğrultamazsın. O yine eğri büğrü büyümeye ve çalı gibi yayılmaya devam ederek büyüyecektir. 

        Böyle bir nesil ve toplumda ise, ne aile, ne vatan, ne millet, ne doğa sevgisi ne de insani hiçbir sevgi ve değer bulabilirsin. Böyle bireylerin olduğu yer de ne birlik, ne toplum, ne de aile bağları olur. Böyle bir neslin geliştiği bir toplum, olsa olsa, dağılmaya, yıkılmaya ve zail olmaya doğru gidebilir. Çünkü gerçekten muhtaç ya da öyle bir durumda olmamasına rağmen, el açıp dilenen, ondan bundan koparmayı marifet sayan, onurunu bir lokma ekmek, ya da beş kuruş uğruna ayaklar altına alan bir bireyin ne kendine, ne de topluma bir faydası olur. 

       Ve unutulmamalıdır ki tarih boyunca, dağılan ve yok olan birçok kavim, millet ve toplumun yok oluşunun en başında, bu tür insani değerlerin giderek yok olması neden olmuştur. Tarihe bakın onlarca, hatta yüzlerce örneğini göreceksiniz. Umarım hem toplumsal, hem de bireysel olarak, ilk önce önemsiz gibi görünüp, toplumları yok olma noktasına götüren, bu insani değerlerimizin farkına varır, dilenen, el açan, onun bunun kuyruğundan dolaşan, birey ve toplum olmaktan kurtularak, ilme, irfana sarılan, onurlu ve başı dik, kişilik sahibi bir toplum ve birey olma yolunda ilerleriz. 

       Ve artık toplum, yardım dağıtarak insanları bu duruma sürükleyen siyasi ve politik anlayışlardan da kendini soyutlamalı ve onu asıl yüceltecek, başı dik, onurlu bir anlayışın peşine düşmelidir. Aksi halde gün gelecek el uzatacak birini dahi bulmayacaktır. Çünkü bakacağı etrafındakilerin hepsi ondan farklı olmayacaktır.

        Her zaman adil olma ve haklının yanında yer almak ise onurlu ve kişilik sahibi bireylerin sahip oldukları başka bir özelliktir. Onlar her ne olursa olsun, adaletten ayrılmaz, menfaat veya çıkar uğruna, onur ve kişiliklerini ayaklar altına alarak, kaybetseler dahi haklının yanında yer almaktan kaçınmazlar.

       Bir zamanlar dağ bayır, yağmur çamur altında, kucağında hamura dönen kitaplarla çalışarak kazanan çoban kardeşimin evladının, toz, duman, his, kir, soğuk sıcak demeden didinen hademe kardeşimin biri bin yararak ancak okuttuğu evladının, gecesine gündüzüne katan, yağmur çamur demeden oradan oraya, koşan güvenlik ve asayiş neferi kardeşlerimizin bin bir emek ve canları pahasına okuttukları evlatlarının, bilekleri ve alın teri göz nuru emeklerinin karşılığı kazanmalarına rağmen, onların yerine birkaç şarlatanın peşine takılan, din kisvesine bürünen yobazların, okullara ve kamusal alanlara yerleştirilmeleri gibi. Ve onların bütün bu gerçeklerini bilmelerine rağmen, onur ve kişiliklerini ayaklar altına alarak, sessiz kalan o günün zavallı makam sahibi görevlileri ve adaletten gayri yaşayan parazitleri gibi.

       Oysa sadece bir tek onurlu ve kişilik sahibi bir davranış ve başkaldırış, bütün o haksızlıklara ve adaletsizliğe yeterli gelebilirdi. Ama ilk önce birkaç kuruş ve paket yardım ile onuru, sonra da eline tutuşturulan yalancı bir kalemle sanki yüksek puanlarla hak etmiş gibi, o makamlara yerleştirilmiş olan o zavallılardan, böyle onurlu ve kişilikli bir davranış elbette beklenmezdi. Ki yakın tarihin yaşattıkları ve gösterdikleri bunun açık beyanatıdır. Ve ülke hala bunun ceremesini çekmeye devam etmektedir.
      
       İşte, her bir dalı, kelebeği, yusufçuğu, börtü böceği, otu ya da sineğinin tek tek yok edilerek, zamanla ortadan kaldırılan ormanlar misali, toplumları ve bireyleri de çöküşe ve yok oluşa götüren nedenler, onu insan olarak ayakta ve birlikte tutan bu tür insani değerlerinden soyutlanmasıyla mümkündür.

       Belki ilk önce tek bir sineğin, yusufçuğun, ya da ağacının yok edilip koparılması göze gelmese de, göze geldiği anda ise, artık o ormanın kurtarılması için, geri dönüşü olmayan yola girilmiş demektir. Çünkü onu bir zamanlar ayakta tutan ve orman olmasını sağlayan, o uzuvlarını geri getirmek mümkün olmayacaktır. Şimdiye kadar nesli tükenen yüzlerce canlının geri getirilmediği gibi.

       Biz insan olarak her ne olursa olsun, bizi biz kılan, yani yaratılmışlar arasında farklı kılan değerlerimizden olmamalıyız. Canımız pahasına dahi olsa, insani değerlerimizden taviz vermemeliyiz. Çünkü ancak bu değerlere bağlı kalarak, benliğimizin ve fıtratımızın erdeminde yaşayabiliriz. Aksi halde önceleri önemsenmeyen küçük tavizlerle, büyüyecek bireysel ve toplumsal yaraları onarmak mümkün olmayacak ve çöküş, dağılış ve yok oluş engellenemeyecektir. 

       Unutma, bu gün eline geçen bir torba parayı kaybetsen de, yarın yine kazanabilirsin. Ama kaybedilen bir onur ve kişiliğin maalesef böyle bir telafisi yoktur.

       Onur dolu bir gelecekte, bir sonraki yazımda buluşmak üzere şimdilik hoşça kalın.
 Zeki Tüzünlü
                                                                   

3 Temmuz 2018 Salı

Dostluk


Dostluk
Dünyada bir dostun olsun.
Bir çocuk genellikle, üç kişilik bir ailede dünyaya gözlerini açar. Ama bazen babaanne, dede, hala ve amcaların olduğu kalabalık bir aile ortamında da olabilir. Anadolu kültüründe genellikle bu böyledir. Yeni evlenen biri, hemen evlendiğinin ilk günü kendine ait evine taşınmaktan ziyade, babasına ait evde düğününü yapar ve genellikle ilk ve daha birçok çocuğunun doğumu da, babası, annesi ve büyük ya da küçük kardeşleri ile yaşadığı bu evde olur.
Aileye gelen bu çocuğun yarattığı sevinç, genellikle bütün aileyi sevince, hatta sevinç gözyaşlarına boğar. Doğumunun ilk günleri kucaktan kucağa, sevgi yumağı ortamında geçer. Ne olursa olsun, hatta ailedeki büyükler, kardeşler ve ailenin diğer fertleri arasında bir kırgınlık olsa dahi, bu onun için fark etmez. Yani o kırgınlık ne olursa olsun, o bebeğe yansıtılmaz. O her zaman, kucaktan kucağa kaçırılan, öpücüklere boğulan, hatta bazen paylaşılmayandır.
Özellikle Anadolu kültüründe bu böyledir. İki kardeş, kanlı bıçaklı bir birine girse de, yine de evde bir bebek varsa, o bebek için yüreklerindeki sevgi asla, herhangi bir sekteye uğramaz ve o bebek için asla sevgilerinde bir eksilme olmaz. O bebek yine kucaktan kucağa kaçırılmaya, öpücüklere boğulmaya, el üstünde tutulmaya devam eder.
Böylece kucaktan kucağa başlayan bu anlar, belli bir süre sonra, patilemeye ve ele düşmeye başlar. Bu sefer kimi elinden tutarak, sevgi yumağı ve büyük bir neşe altında patiletmeye, yavaş yavaş yürütmeye çalışır. Kimi parmak uçlarından tutarak, paytak paytak yürütmeye çalışırken, geri geri gittiğinden düşer maskara olur, kimi yürütmekten ziyade onunla yuvarlanarak, ondan beter bebek olur. 
Belli bir süre sonra bu tatlı anlar da son bulur. Onunla birlikte aile de büyür ve ortam bambaşka bir şekle bürünmeye başlar. Çünkü artık ailedeki tek çocuk o değildir. Hatta birkaç yeni gelen olduğu gibi, bir kaçı da aileden ayrılmıştır. Kim bilir amca ya da halaları evlenmiş, ya da amca ya da halalarının da çocukları olmuştur. 
Ve belli bir süre sonra artık her gün gördüğü yüzler, adım attığı sokaklar, gördüğü evler, binalar, hatta lehçe ve lisanlar dahi değişmeye başlar. Çünkü artık annesinin elinden tutarak girdiği yolda, ilkokula doğru yal almaya başlamıştır.
Ama yine de her akşam eve döndüğünde mutlaka bir anne ve baba kucağı onu bekler. Oyyy oğlumuz ya da kızımız okula mı başlamış?  Yine öpücüklere boğulur yine ailenin sevinç kaynağı olmaya devam eder. Ta ki yüz hatları çocuksu o masum edadan kurtulmaya, mimikler yetişkinlik belirtileri göstermeye başlayana kadar. Artık o anlardan sonra ise bu sıcak karşılamalar ve kucaklamalar sıkıcı olmaya, hatta utandırıcı olmaya başlar. İşte bu durumun kendini gösterdiği andan sonra ise, artık çocukluk dönemi bitmiş, yetişkin bir birey olma dönemi başlamış demektir.
Bu andan sonra, bazen yörede olsa da yine de, her akşam koşarak gidip kendini sıcak kucaklarda bulduğu ortamdan farklı ortamlarda, bazen de tamamı ile bambaşka bir ortamda bulacaktır. Çünkü artık üniversite dönemi başlamıştır. Ya olduğu yöredeki bir okulda, farklı bir evde arkadaşları ile ya da aynı yörede ama her hangi bir yurt ve pansiyonda kalacaktır. Ya da bambaşka bir il ve yörede, bu yaşam anlarını yaşamaya başlayacaktır. İşte bu burumdan sonra, her akşam, ya da kötü bir anda veya kendini kötü his ettiğinde, koşacağı ve sığınacağı ailedeki yüzler yerine, başka yüzler almaya başlayacaktır. Bunlar ise arkadaş ve dostlarından başkası olmayacaktır.
Gerçi ben yazının akışı açısından bir insanın okul bağlamındaki hayat akışını seçsem de, bu akış bütün hayatlar açısından böyledir. Yani her çocuk belli bir süre sonra yetişkinliğe ve farklı ortamlara ve onu erdemine ulaştıracak, farklı insani değerlerle tanışarak, hayat yolunda yol almaya mecburdur. Onu kişiliğini belirleyecek ve yaradılış fıtratına, ya da erdemine erdirecek değerlere de bu hayat akışından ulaşır. Bu değerler de, bundan önceki yazımda değindiğim gibi, sevgi, saygı, kardeşlik, dostluk gibi değerlerdir. Bu değerlerden en önemli olanı, belki de hayatında en çok ihtiyaç duyacak olanı, hatta onu hayatta tutacak ve ilerletecek olan değer de budur.
Çünkü belli bir dönem sonra, gittiği her yerde kardeşleri, annesi, babası ya da akrabaları artık yanında olmayacaktır. Artık başı sıkıştığında, dara girdiğinde, dönüp etrafına baktığında koşacağı bu yüzlerin hiç biri onun bu durumunu çözmeye yardımcı olacak mesafede olmayacaktır. Artık bu andan sonra böyle durumlarda, kardeşi, anne, baba, ya da akraba gibi koşacağı ve üzerindeki sıkıntıyı paylaşacağı kişiler dost ve arkadaşları olacaktır. Arkadaşlık kavramı da, çok bağlayıcı ve genel bir kavram olmasa da, çünkü arkadaşlık bazen sadece yüzeyseldir. Mesela yol arkadaşlığı, askerlik arkadaşlığı, sınıf arkadaşlığı gibi, sadece karşılaşır, bir birinizi tanır ve belli bir süre sonra yollar ayrılır, öylece bu dönem de biter. Ama dostluk dendi mi, işte bu insanı insan kılan değerler açısında, hayatın boyunca senle kalacak olan değerdir. Dostlukların tamamı da arkadaşlık gibi, geçici ve yüzeysel bir kavramla başlasa da, bu ölene kadar devam edecek ve seni toplumla bağdaştıracak olan, erdemine, yani insani erdeme ulaştıracak bir olgudur. Hatta belki de insani değerler açısında en kutsal olanı, insanlığın ihtiyaç duyduğu en büyük değer de budur.
Düşünsenize Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s) in Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Bilal, Hz. Ebu Zer gibi dostları olmasaydı, idealinde o kadar erken yol alabilir miydi? Onun dostları ki, yeryüzüne belki de, dostlukları, arkadaşlıkları, sadakat ve bağlılıklarıyla onlar gibisi bir daha asla gelmeyecektir. Öyle yol alabildi. 
Biz yine konumuza dönersek, belki bir çocuğun hayatı boyunca en zor ulaşacağı ve bulacağı değer de bu olacaktır. Çünkü hayatta değerli olan hiçbir şeyin kolay ve ucuz temin edilmediği gibi, gerçek bir dost bulmak da kolay değil maalesef. Öyle bir değere ulaştığında, ya da gerçek bir dost bulduğunda ise, işte o zaman, hayatta bir dostun olsun demenin ne demek olduğunu anlayacaktır.
Şimdi anlatacağım ve hayat akışında karşılaştığım bazı gerçekleri okuyunca ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Bir zamanlar çok ama çok samimi can ciğer diye bileceğimiz iki arkadaş tanıdım. Öyle ki yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen, her gün hiç ayrılmayan, her hâlükârda yan yana bulunan bu iki arkadaştan, birinin ailesi mazbut, köy ortamına göre kendi halinde bir aileydi. Diğeri ise biraz daha farklı, maddi açıdan durumları iyiydi. Gerçi Fakir denecek gencin bu arkadaşlığı için, yakın akraba ve çevrenin bazen, ikazları dahi duyuluyordu. Oğlum işine gücüne bak, bu çocuğun kuyruğuna takılma, sana ne faydaları var, seni kullanıyorlar gibisinden, ama yine de o iki gencin arkadaşlıkları, bütün bunlara rağmen devam ediyordu.
Ve gün geldi o gençlerden fakir olanı askere gitti. Tabi eskiden böyle nerede her kesten bir cep telefonu, anında mesajlaşma, ya da canı sıkıldı mı hemen alo demek. Mutlaka bir zarf ve kâğıt bulmak gerekirdi. Sonra o kâğıda bazen okuyup yazan birini bulup, yazdıracaklarını yazdırmak gerekirdi. Kendin yazsaydın bile dakikalarca daha güzel ve iç açıcı nasıl yazabilirim diye düşünürdün. Hadi iyi veya kötü bir mektup yazdın, bu sefer onu göndermek başka bir sorundu. Çünkü her köyde bir posta şubesi bulmak imkânsız hatta mucizeydi. Onu göndermek için ya, kasabaya, ilçeye, ya da bizatihi bağlı olduğu ilin merkezine inmek gerekirdi.
Biz yine hikâyemize dönelim. Askere giden gencin ailesi de, gencin köyde şehirle tek bağlantıyı sağlayan, oğullarının arkadaşına güvenerek, ona yazdıkları mektupları verip gönderirdi. Daha doğrusu öyle sanıyorlardı. Çünkü oğulları ile olan arkadaşlıklarını bildiklerinde, ne olursa olsun yazıp, arkadaşının eli ile ona gönderdikleri mektupların, ona gönderildiklerini sanıyorlardı. Ta ki, bir gün, mektupları verip gönderdikleri arkadaşının evlerinin dibindeki çöpte, ona gönderdikleri mektupları bulana kadar. İşte o zaman yapılan bütün ikazların ne kadar haklı olduğunu, bu arkadaşlıktaki, menfaat ve çıkarın iç yüzünü anladılar. O andan sonra varlıklı olan gencin, iç yüzü ile birlikte arkadaşlıkları, hatta iki aile arasındaki bağ da şekil değiştirmeye başladı ve bir birlerini daha iyi tanıyan ailelerle birlikte, gençler de kendi yollarına gittiler.
Bunun gibi daha nice gerçek hayat hikâyelerinden biri de, lise yıllarında kirada kaldığımız ev sahibimizden duyduğum, gerçek yaşanmış bir hayat hikâyesiydi. Ev Sahibimiz, kelli felli, atmışlı yaşlarda, oldukça vakur ve değerli bir insandı. Bunlar da zamanında üç dört arkadaş, bir şehirde bir ev kiralayarak okumaya çalışmışlar. Arkadaşlardan üçünün ailelerinin durumları iyi olsa da, aralarında birinin durumu oldukça vahimmiş. Hatta öyle ki, bazen kiraladıkları evin kirasını dahi ödemeyecek, yiyecek masraflarını dahi karşılamayacak kadar kötüymüş.
  Diğer üç arkadaş ona bunu belli ettirmeden kirayı öder, sanki alacaklarını unutmuşlar gibi davranır, bazen yiyecek ve içecek masraflarına dahi dahil etmezlermiş.
 Bu bütün okul hayatları boyunca böyle devam etmiş. Okul arkadaşlıkları boyunca, o fakir olana takılırlarmış, canını sıkma, gün gelir sende büyük adam olur, biz yanına geldiğimizde, güzel bir ikramda bulunur, borcunu ödersin diye takılırlarmış.
Hatta aralarında biri varmış ki oldukça hayalperest, biraz da safsataymış. Çünkü her ne kadar hayalperest, çenebaz, hani insanın kulaklarını kapatıp kaçacağı biri olsa da, dedikleri de genellikle çıkarmış. O ise fakir olan arkadaşlarına şöyle takılırmış. Bir de bakasın, bir gün çok büyük bir adam olmuşsun ve biz de ziyaretine gelmişiz, ama sen ise tanımamazlıktan gelerek bizi kovuyorsun. Hele bir o gün gelsin hele bir o gün gelsin var ya, öyle bir hareketini görsem, artık bu cümlesi alır başını gidermiş. Ta ki arkadaşları kulaklarını kapatıp kaçana, ya da zorla ağzını kapatana kadar. Takıldığı arkadaşı ise, ciddi ciddi cevaplarmış, olur mu öyle bir şey, bir gün her hangi bir arkadaşımı kapımda çevirip tanımamazlıktan gelirsem, bu diyarı terk ederim bu diyarı be dermiş.
Eê hayat işte. Gel zaman git zaman okul bitmiş ve her kes kendi yoluna gitmiş. Hatta öyle ki, hayat mücadelesi işte, öyle bir an olmuş ki, artık, bir birlerinin adreslerini dahi kaybetmişler ve arayıp sormayı da kesmişler.
Ama bir zaman sonra arkadaşlardan üçü, resmi görevlerini bitirmiş ve emekli olarak yine memlekete dönmüşler. Tabi yine eskide olduğu gibi, can ciğer arkadaşlıkları dostlukları devam ederken, aynı zamanda boş kalmamak ve zamanlarını değerlendirmek için, mal ticaretine başlamışlar.
Tam da o dönemin bir kurban bayramı sırasında aldıkları bir sürü celebi, büyük illerden birine sürmüşler. Ki bu sürüyü hem emeklilik birikimleri, hem de bir yıl boyunca üçü de bire bir alın teri dökerek ancak o güne getirebilmişler.
 Ama o dönemde ilden ile mal götürürken, belediyelerce bir izin belgesi alınması gerekiyormuş. O belge olmadan değil malını meydana sürüp satmak, o ilin sınırından içeri ayak atmak bile yasakmış. Gerçekten de öyle olmuş. Sürü tam da sınırdan geçeceği zaman, hem zamanın güvenlik görevlilerince, hem de zabıta birliklerince ablukaya alınmış ve o izin belgesi olmadan içeri geçilmesine izin verilmeyeceği bildirilmiş. 
Arkadaşların üçü de bu haberi alır almaz, o ilin belediye başkanlığının yolunu tutmuşlar. Ama belediye başkanlık binasına vardıklarında, bir de bakmışlar ki, kuyruk almış başını gitmiş. Sıradan bekleyenlerin hemen hemen tamamı da bu izin belgesini almak için diğer illerden gelen, sürü sahipleriymiş.
Ama arkadaşların üçünün de belediye binasının kapısından içeri geçip karşılarına bakmaları ile, oldukları yere çakılıp kalmaları bir olmuş. Ve her üçü de bir birine bakarken, yüzlerinde büyük bir sevinç belirmiş. Çünkü karşılarındaki duvarda asılı belediye başkanının resmi ve resmin altında yazılı olan isim, hiç de yabancı olan birine ait değilmiş. Hatta can ciğer ve en az onlar kadar onlardan olduğuna inandıkları, fakir olan okul arkadaşlarına aitmiş. Yani belediye başkanı, bir zamanlar kendi aralarında okuttukları ve takıldıkları o fakir çocukmuş.
Üçü de neşe ile sekreterinin yanına varmışlar ve görüşme isteklerini iletmişler. Sekreter hemen bu isteği belediye başkanına iletmek üzere içeri geçmiş. Bu sırada üç arkadaş ise heyecanla, az sonra sevinçle gelip onlara sarılacak olan arkadaşlarını, yani belediye başkanını beklemek üzere danışmadan beklemeye başlamışlar.
Birkaç dakika sonra başkanlık kapısı açıldığında, görünen yine az önce giden sekretermiş. Belediye başkanının bir toplantısı olduğu, toplantıdan sonra onlarla ilgileneceği iletilmiş.
  Yine de doğal karşılamışlar ve beklemeye başlamışlar. Nihayet bu bekleme sabır tahammüllerini aşacak sınıra varınca, arkadaşların üçü de, kapıyı tekmeleyip içeri geçmişler. Belediye başkanı arkasına yaslanmış, adamın biri ile muhabbet içindeymiş.
Eê hayat işte, bir zamanlar şaka maka takılan arkadaşları, yine yummuş gözünü açmış ağzını, ula şerefsiz, sen daha düne kadar, bizim kırıntılarımızla okuttuğumuz, dışarda kalmasın diye ısıttığımız, ekmeğimizi suyumuzu paylaştığımız o çulsuz değil misin haa? Şimdi adam oldun da bizi kapılar da mı bekletiyorsun şerefsiz demiş. Üçü de durmuş durmuş, bir anda yüzüne okkalı bir tükürük savurduktan sonra, dönüp çıkmışlar. İzin belgesini de gönderdikleri çobanları ile aldırmışlar. Ve o günden sonra arkadaşları özür dileyip peşlerine düşse de, bir daha da yüzüne bakmamışlar.
Hayat, öyle bir öğretmen ki, günü geldiğinde dostu da düşmanı da, akı da karayı da, âdeta cımbızla sıyırarak karşına dikiveriyor işte. Ama tabi bu kadar gaddar ve olumsuz da değil elbet. Zaten her zaman ak, ya da kara olsaydı ona hayat denmezdi. Kötüsü, menfaatçisi, yılan gibi sokulanı olduğu gibi, bunların zıddı da var elbet.
Gün gelecek sana öyle sokulan olacak ki, onun için gerçek bir dost, arkadaş, hatta iyilerin en iyisi diyeceksin. Ama her zaman kendi menfaati doğrultusunda bu yüzü ile yaklaşıp, seni bu kadar etkileyen o yüze, senin ihtiyacın olup ona döndüğünde, ancak gerçek yüzünü görebilirsin. Adam senden yararlandıkça, abi, dayı, kardeş, vay abi bir ihtiyacın var mı, senin için ne yapabilirim, yapabileceğim bir şey olursa ne olur çekinme gibi duyar durursun. Çünkü artık öğrenmiştir senin bu tür şeylere ihtiyacının olmadığını ve ondan bir şey istemeyeceğini. Ama hayat bu, gün olur gerçekten, her zaman bu kadar yalakalıkla yaklaşan o insana işin düşer ve ona dönersin. Hatta ona düşen bu işini de yüzde yüz yapacağına inanırsın. Çünkü o işini yapabilecek her türlü imkâna sahip olduğunu biliyorsun. Ama gel gör ki, işinin düştüğü ve her zaman işi düştüğünde hiç çevirmediğin ve seni eli boş çevirmeyeceğine inandığın, o şahsın yanına varıp, gerçekten işinin düştüğünü gördüğünde, işte asıl o zaman o şahsı sahip olduğu geçek yüz hatlarıyla görürsün.
Bir de bakarsın ki, adam ya açlık sınırında yaşıyordur, ya hemen az önce elindekini avucundakini kaybetmiştir, ya su, elektrik, telefon faturalarını ödemediğinden hacizle karşı karşıyadır. Yani işin özü, neredeyse yine kalkıp elindekini avucundakini karşında sırıtan o yüzün sahibine vereceksin.
İster inanın ister inanmayın, bunların hepsi yaşamın gerçekleri. Ama tabi bu gerçeklerin içinde güneş gibi olanları, parıldayan ve yüzünün döndüğünde, kalbinde ılık bir sıcaklık, gözünde insani bir nem, yüreğinde derin bir sevgi, saygı ve kabarma yaratan da yok değil. Güzel insan, ne olursa olsun, sen her zaman kendin gibi olmaya, yani, hani bizi yaratanın, yarattığı fıtrat üzere, fahri kâinat olma yolunda ilerleyeceksin. Bütün bunlar bir zifiri gibi etrafını sarsa da, sen şafak öncesi zifiriyi yırtıp yücelen güneş gibi doğmaya çalışacaksın. İşte o zaman, yolun sonuna varıp, arkana dönüp baktığında, elin boş olsa da, göçerken sadece üzerinde bir hırkası olan, fahri kâinat gibi tebessümle göçecek, kazananın aslında sen olduğunu göreceksin. Çünkü yaradılış fıtratının liyakatinde yaşamanın verdiği onur yüzünü güldürmeye yetecektir. Ve bu kazançların en büyüğüdür.
 Günün birinde, bir yörede hac seferi başlamış. Eskide kafile kafile aylar önce yola çıkılarak yaya haca gidiliyormuş. İşte böyle bir zamanda, hac yoluna çıkan bir kafilenin hemen hemen hepsi kelli felli, zengin mi zengin, tanınan insanlarmış. Yolda birkaç kişi daha katılarak kafile hac yoluna girmiş. Kafiledeki çoğu insan bir birini tanısa da, aralarında tanımadıkları, yabancı simalar da varmış. O simalardan biri, yaşlı mı yaşlı, kamburu çıkmış, zavallı görünümlü garibanın biriymiş. Hatta yol boyunca kafiledeki illeri gelenler, ona sadaka niyetinde yardıma dahi yeltenmişler. Yaşlı adam her ne kadar bu durumu izah etmeye çalışıp, sadakaları geri çevirse de, insanoğlu işte, üzerindeki kılık kıyafetten dinleme gereğini dahi duymadan, bu hareket ve davranışlarını hac yolu boyunca sürdürmeye devam etmişler.
Hac yolu boyunca tanışmışlar kaynaşmışlar ve nihayet haclarını tamamlayıp yine geri yola koyulmuşlar. Gerçi şimdiler de artık hac dönüşü dahi pek kalabalık karşılamalar olmasa da, eskiden hacdan dönenleri büyük kalabalıklar karşılarmış. Ondan dolayı da, hani bazen umulmadık bir kalabalıkla karşılaşıldığında, hac dan mı geldim acaba diye bir deyin söylenir. Kafiledekilerin hepsi de kelli felli olunca bu kalabalığın daha da yoğun olacağı kesinmiş. Gerçekten de öyle olmuş. Hac kafilesini, büyük bir kalabalık karşılamış.
Ama öyle bir noktaya gelmişler ki, onları daha devasa, sonu görünmeyen, toprak atsan yere düşmeyecek cinsten bir kalabalığın daha,  kafileye doğru yaklaştığını görmüşler. Hatta biraz da kıskanan bir yüz ifadesi belirmiş bütün yüzlerde. Bütün kafile gelen kalabalığın aralarındaki kelli felli, zengin olan hacılardan birine yöneleceğini sanarken, yine hac yolu boyunca olduğu gibi, kafilenin en sonunda ilerlemeye devam eden, üzerindeki hırkadan bir iplik çeksen bin yamanın düşeceği yaşlı adama yöneldiğini görünce, bütün kafile afallayıp kalmış.    
 Evet, güzel insan, işte önemli olan budur. İster dünyanın tamamını kazanmış ol, ister yıldızları, yine de yola koyulduğunda veya geri dönüp baktığında, sana koşan bir yürek yoksa inan müflis yaşamışsın demektir. Ama elin boş olsa da, bir yürekten yer edinmeyi başarmışsan, işte o zaman bütün dünyayı kazandım diyebilirsin. Güzel İnsan şunu da unutma ki, aklıselim, dahi, ilim insanı ve yüksek beyinlerin hiçbiri, dünya metasına önem vermemiş ve dünyayı sevmemiştir.
Onlar sadece dostluğu, kardeşliği, sevgiyi, inancı ve insanlığı sevmişler. Çünkü asıl kazanım ve insanı insan kılan asıl değerlerin bunlar olduğunu biliyorlardı ve görüyorlardı. İçinde bir çocuk gülüşü, sıcak bir eş dokunuşu, bir anne ve baba duygusu, bir dost sıcaklığı olmayan, altından bir dünyanın nasıl bir anlamı olabilirdi?
 Bütün bunlar seni gerçek dostluğa sürükleyecek, belki de sonsuz baskı ve emek sonucu ulaşılan kömürdeki cevher gibi, gerçek bir dosta ulaştıracaktır. Şimdi de, bütün bu gerçekler doğrultusunda kararan dünyamızı aydınlatacak, gerçek bir dostluk hikâyesine bakalım. Bu hikâyede yayınlanmış eserim olan Barış Gülü =Şayşay= dan alıntıdır. Olduğu gibi aktarıyorum. Bu eserimi yayınlamadan önce, yayınlayacak yayın evi bulamadım. Ama kendim yayınladıktan sonra, elimdeki kitaplar biter bitmez kitabımın kara borsaya düştüğünü gördüm. İşin ilginç tarafı, emeğimi göz göre göre çalan bu insanları gördüğüm halde, sevinmemdi. Çünkü o kitabın öyle satıldığını duymak dahi, sanki onca emeğimin karşılığını almış gibi sevinmeme neden olmaya yetti. Hala da her hangi bir girişimim olmadı. Zan edersem, belli bir süre daha da ilgilenmeyeceğim. Önemli olan o kitabın okuyucuya ulaşmasıydı, o da emeğimin karşılığını yüklenecek bir yayın evi sayesinde olacağına, bu emek düşmanları sayesinde olacakmış. Varsın şimdilik ekmek yesinler. Hiç umurumda değil. Umurumda olan o eserin hak ettiği yeri bulmasıydı, o da işte böyle bir yolla olacakmış. Neyse daha nice eserim sırada bekliyor. Belki onların yayınlanmasında, bu olumsuzluklara müsamaha edilmeyecek bir ortam bulabilirim. Şimdi o hikâyeyi olduğu gibi aktarıyorum.    
       “Günün birinde çok ama çok zengin bir adam varmış. Adamın tek bir erkek evladı varmış. Kendisi yaşlanmış ve variyetinin başına oğlunu getirmek istemiş. Ama bu devri yapmadan önce, bu kabiliyeti var mı diye oğlunu bir süre takip etmiş.
       Oğlu Zengin çocuğu olduğu için, her zaman etrafı kalabalık ve arkadaşları da çokmuş. Ama fark etmiş ki, bütün arkadaşları arasında, en eli bol ve mert davrananı oğluymuş. Günün birinde oğlunu çağırmış. Oğlum sen bütün arkadaşlarına bunca mert ve eli bol davranıyorsun, onlarda senin için öyle mi? diye sormuş. Oğlu ne diyorsun baba? Benim bütün arkadaşlarım, ülkenin en zenginlerinin, hâkim, savcı, avukat, doktor çocukları. Ben isteyim dünyayı verirler. Sen ne diyorsun baba demiş.
       Babası da gayri ihtiyari, eh sen öyle diyorsan! Neyse gün oluyor ki adam hastalanıyor. Oğlu başında doktor doktor dolaştırmaya başlıyorlar. Ama hangi doktora götürseler, hepsinin verdiği reçete aynıymış. Babanızın hastalığının çaresi ancak, Amerika’da ve karşılığı ise bu kadar para demiş.
       Adam oğlu ile çaresiz evine dönüyor. Oturup hesaplamaya başlıyorlar. Bütün variyetini, fabrikalarını, evleri, han hamam, ne varsa satışa çıkarsalar, yine de bir miktar eksikleri kalıyormuş.
       Adam ilk önce oğlunun karakterini ölçmüş. Oğlum gel demiş. Nasılsa bunca yaşadım. Bundan sonra yaşasam ne olur, yaşamazsam ne olur? Bari benden sonra sen sıkıntı yaşama. Hiçbir şeyimizi de satmayalım. Beni dedikleri doktora da götürme. Ben iyisi mi günümü bekleyim demiş. Oğlu düşünmüş düşünmüş, peki baba demiş, o zaman sen öldükten sonra, ben bıraktıklarınla nasıl yaşayabilirim demiş. Adamın yüzü gülmüş. Çok şükür emeklerim boşa gitmemiş diye sevinmiş. Oğlunun karakterinden emin olmuş.
       Eee peki ne yapalım oğlum demiş. Baba ilk önce, hele satılacak ne var ne yok satalım, gerisini de olmazsa, zaten hepsine değil, tek bir arkadaşıma söylesem dahi, o eksiğimizi kapatır, öyle yola çıkarız demiş. Eh peki oğlum demiş. Başlamışlar her şeyi satmaya. Zaten satışa çıkan da çıkar çıkmaz satılmış. Sıra gelmiş o eksiği kapatmayaa…
       O kadar zengin, hâkim, savcı, doktor, avukat çocuğu arkadaşları var ya, sevinerek onların arasına koşmuş. Eksik kalan parayı ilk bulduğu arkadaşından isteyecek, o da hemen çıkarıp verecek, gelip babasını doktora yetiştirecek.
       Evden çıkarken sabahın ilk saatleriymiş. Akşam ezanı okunmuş karanlık çökmüş. Her kes sofradayken, kapı açılmış ve içeri gelmiş. Yorgun, bitkin ve de yüzü düşmüş. Salona geçip hasta yatağında yatan babasının, başucundaki koltuğa yığılıp kalmış. Babası ise öylece yattığı yatağından, oğlunun o haline bakıyormuş.  Aslında o hali her şeyi anlatıyormuş, ama yine de sormuş. Ne yaptın oğlum? Sabah uçaklarını kaçırdık, belki gece uçaklarına yetişiriz. Oğlu mahcup ve gözü dolmuş, ya baba meğer bütün arkadaşlarımın, bizden beter sorunları varmış ya. Kime vardıysam, borcu çıktı, hastası çıktı, ya kısacası bulamadım demiş.
       Adam yavaşça yatağından doğrulup oturmuş. Hemen kalkıp babasının arkasına yastığı koyup oturmasına yardımcı olmuş. Yine geçip babasının karşısına oturmuş. Babası oğluna bakmış bakmış. Oğlum madem öyle, benim de bir zamanlar bir arkadaşım vardı. Bir de ona varsan demiş. Bir zamanlar çok değerli bir dostluğumuz vardı, ama sonra ne oldu bilmiyorum, aramızdaki bağ koptu. Fakat ben onun dost olduğuna inanıyorum. Sen bir de onun kapısına var demiş.
       Çocuk babasından aldığı adrese varmış. Bir köy evi, kapıda sadece bir ticari taksi duruyormuş. Çocuk daha kapıyı çalmadan şöyle bir eve bakmış. Sonra dudak bükmüş, babam arkadaşım dedi ama zaten bu evi dağı taşı satsa da, çıkarmaz ki o parayı demiş. Neyse yine de madem geldik bari çalayım demiş. Ve kapının zilini çalmış. Bir kız çocuğu kapıyı açıp buyur etmiş.  İçeri geçip yer minderlerinden birine oturmuş. Başlamış başından geçenleri anlatmaya. Sonunda işte böyle dayı demiş. Bu eksiğimiz için de babam beni yanına gönderdi. Adam derince bir iç çekmiş, camdan dışarı doğru bakmış, karanlık çökmüş. Oğlum hele sabah ola hayır ola demiş. Baban gerçekten dost gibi bir dosttur, haline üzüldüm demiş. Yemekler yenilmiş, çaylar içilmiş her kes yatağına geçip yatarken, adam evden çıkmış. Çocuk başlamış düşünmeye boşuna geldik diye.
       Sabah olmuş ve çocuk uyanmış, kahvaltısını etmiş ve müsaade istemiş. Eee zaten belliydi o paranın bu evde çıkmayacağı. Eli boş dönecek diye kapıya yönelirken, artık ne oldu diye sormaya bile gerek görmemiş. Kapıdan çıkmadan önce, adam uzanıp masadaki çantayı almış ve çocuğa uzatmış. Al buyur oğlum demiş. Umarım babanı kurtarırsın. Buradaki hastanelerden birine yatırsaydın bende senle gelirdim. Ama madem dışarı götürecen, İNŞAALLAH iyileşip geri döndüğünde, ziyaretine geliriz demiş.
       Çocuk bir anda afallamış. Neyse çantayı almış. Yüzü gülmüş ve evine dönmek üzere evden çıkmış. Peki, dayı madem sen şu taksinle beni havaalanına da bırakıp gelsen demiş. Bir an önce yetişeyim de, belki erkenden yola çıkarız. Adam bir anda ne diyeceğini şaşırmış. Oğlum bilseydim tüh, sabah taksiyi tamire bıraktım ya demiş. Çocuk yine geri durup şöyle bir adama bakmış. Kendi kendine vaay be demiş. Neyse dayı hiç önemli değil, olmazsa yarın yola çıkarız ne olacak demiş.
       Adam en son çocuk ile vedalaşırken, oğlum anladığım kadar, ne var ne yok satmışsınız. Ama çok şükür, şu gördüğün ev hala benim demiş. Çocuk bu sefer gerçekten donup kalmış. Gözleri dolmuş ve oooo dayı teşekkür ederim demiş. Akşama babasının yanına varmış. Yüzü gülüyor heyecanlı. Babasının da yüzü gülmüş. Ee sormaya gerek yok ya, ama yine de sormuş. Ne oldu oğlum arkadaşımı bulabildin mi? Bulmaz mıyım baba demiş. Eee para. Çocuk hemen elindeki çantayı önüne koymuş.


       Valla baba dün giderken evinin önünde bir taksi vardı. Sabaha kalktığımdaysa yoktu. Zan edersem istediğin parayı tamamlamak için satmış, ama istediğim parayı verdi. ALLAH razı olsun. Bir de evden çıkarken, eğer lazım olursa ev de bana ait dedi. İnan Baba senin arkadaşın gibi, bir arkadaşım olsun, varsın varım malım mülküm olmasın demiş.
       Babasının gözlerinde yaş akmaya başlamış. Yavaşça yine kalkıp yatağına oturmuş. Evet, oğlum biliyorsun, benim pek arkadaşım yok, ama bir dostum var demiş. Gerçekten de varmış baba. O zaman buyur baba, hemen gidip biletini filan ayırayım da, yola çıkalım. Yok, yoğlum yok. Çok şükür ben hasta filan değilim. Malı mülkü fabrikayı da satmadık. Bütün bunların hepsi sana ders olsun diye, sadece hazırlanan bir oyundu demiş.  Ahan ben geldim ve gidiyorum. Yarın bütün bunların hepsi sana kalacak. Ama el uzattıkların değecek kişiler olsun. Senin arkadaşım dediğin çapulcu sülük gibileri olmasın. Arkasına yaslanan çocuk da şok olmuş.
       Çocuk, valla baba böyle bir şamardan sonra da hala uyanamazsam, zaten bırak hiç uyanmayayım demiş. Babası oğlunun alnından öpmüş. Ve kalk hazırlan da gidelim. Nereye baba? Oğlum o dostumu çok özledim demiş. Valla baba, keşke öyle özlemini duyacağım bir dost da, bana rast gelse demiş. Ve de Oğlum bir dostun varsa zenginim diye bilirsin, bir dostun yoksa sakın ha, elindeki varını kayb etmeyesin demiş. Oğlu ise tebessüm ederek, evet baba hem de çok iyi öğrendim. Çünkü düşenin dostu olmazmış.    
       Çıkarsız ve menfaatsiz kurulan arkadaşlıklar ve dostluklar gibi, bu hayatta başka güzel ne olabilir? Zaten insani kavramların en büyük değerlerinden bir kaçı da, bunlar değil mi? İnsanı insan kılan değerler. Ve inananın, dost bildiğiniz bir dosta koşarken, ya da onun size geldiğini duyarken, kendinizi kışın zemheri ayazından, ilkbaharın güllük gülistanlık bağlarına düşmüş gibi his edersiniz. 
       Böyle bir dost ve arkadaş için, değil bir görev sırrı, binlerce görev sırrı feda edilirdi...” Barış Gülü =Şayşay= dan.    
 Güzel İnsan, gün gelecek, en yakınların, yani annen, baban, kardeşlerin, akrabaların dahi senden uzak duracaklar. Çünkü o an sen onlara muhtaçsın ve her birinin sana koşacaklarını, ihtiyacını paylaşacaklarını sanarken, fersah fersah kaçtıklarını, yapayalnız kaldığını görebilirsin. Ki zamanımızda, bu tür intizarları aramaya hiç uzağa gitmeye de gerek yok. Belki şu an kendin dahi böyle bir durum yaşıyorsun, belki de birkaç adım ötende karşı dairede veya karşı sokakta biri ile birkaç saniyelik hasbihal etmen yeterli olacaktır, yaşamın bu gerçeklerini duyman için. Umarım senin çevren ve dost bildiklerin gerçek aile, akraba ve dostturlar. Ama işte önemli olan her zaman iyi anında değil, en zor anında düştüğün yerde başını kaldırıp baktığında, sana uzanan elin varlığıdır. İşte o an gerçek bir dostluğun ne olduğunu, hayatta bir dostun olsun demenin ne anlama geldiğini anlarsın.   İşte böyle bir dost edinmişsen, bil ki, artık yaşamı kazanmışsın. Ve sen hayat yolundaki en büyük değerlerden birine sahipsin. Unutma, her ne kadar etrafın karanlık ve zifiri olsa da, yani farkında olarak onların gerçek yüzlerini bilsen de, sen yine de ancak onlardan farklı olarak, hatta onlara inat böyle değerlere ulaşmakla parlayacak, ışıyacaksın. Hatta böyle olmak zorundasın. Çünkü sen insansın. Ve ancak insani değerlere bağlı kalmakla, bu fıtrata ulaşabilirsin.
Nice güzel gerçek dostluklar kurmanız dileği ve bir dahaki yazımda buluşmak umudu ile hoşça kalın.          
Zeki Tüzünlü.



























  



26 Haziran 2018 Salı

Sevgi

                                 Sevgi

Yaşam denen muammada, var edilmiş olan her şey bir değerle var edilmiştir. Ve o değer, o varlığı hayatta diğer varlıklar arasında farklı kılan, onu pekiştiren, özünü oluşturan değerdir. Eğer bu değer vasfı olmasaydı, yaşam denen döngüde, anlam diye bir şey olmazdı. Hayattaki her şeyi ve her varlığı anlamlı kılan işte bu değerlerdir.
Bir aslanı aslan kılan,  ona verilmiş olan güçtür. Bu ona verilmiş olan en büyük değerdir. Ayrıca, avcılık özelliği, heybeti, kükreyişi onu meydana getiren değerlerdir.
Bir karıncayı karınca kılan çalışma azmi, onu farklı kılan en büyük değerdir. Bir köpeğin sadakati, ona verilmiş olan değerlerden biridir. Ve bu değer sayesinde insanoğluna en yakın olan varlıklardan biri olmayı başarmıştır. Ve değer bulmuştur. Gerçi günümüzde şahit olduğumuz ve dostluk ve sadakatlerine hayran olduğumuz o canlılara yapılanları gördükçe, insanlığımızdan utansak da, yine de bizim açımızda büyük değere sahip canlılardan biridir.
Suyun akan sesi ve serinliği, ya da sıcaklığı suyu su kılan değerlerdir. Ateşin yakıcılığı, ona verilmiş olan ve onun özü olarak, yani ateş olarak algılamamızı sağlayan değerdir. Kısacası, var edilmiş olan her canlı, ya da varlık, gözümüzde asıl özü ile algılamamızı sağlayan bir değerle var olmuştur ve bu değerleri sonsuz sayabiliriz.
İşte bütün bu varlıklar gibi, insanoğlu da birçok değerle var olmuştur. Onu varlık âleminde farklı kılan da bu değerler toplamıdır. Bu değerler neticesinde de, ya fahri kâinat olma onuru ve şerefine ulaşan, ya da efsali Safilin durumuna düşen ondan başka da bir varlık yoktur. Çünkü var edilmiş olduğu değerlerin aksine yaşam süren tek varlık odur. Ondan başka fıtratından gayri yaşam süren bir varlık bulamazsınız. Hatta bulsanız bile, o varlığı dahi aykırı yaşamaya yönlendirenin de, yine insanoğlu olduğunu görürsünüz.
Bir aslan, öldürmek üzere yaratılmıştır ve bu doğası gereği yaşar. Bu onun yaradılış fıtratıdır. Bir çakalın da öyle! Bir balık yüzmek, yumurtlamak ve belki günü geldiğinde av olup bir avcının oltasına takılarak tava olmak üzere yaşar. Onun bundan öte bir mücadelesi olmaz. Komşusu bir mi yumurtlamış, on bin mi, ya da o bir mi yumurtlamış, ya da yüz bin mi, hiç ama hiç enterese eden bir şey değil. O sadece doğası gereği, yaşamını sürdürmeye bakar.
Ya da ay az daha mı parlak, uzak yıldızlardan biri daha mı can alıcı ve yuvarlak, ya da güneş neden o kadar sıcak ya da büyük, diğer yıldızlardan hiç birinin umurunda olan bir şey değildir. Onlar sadece doğaları gereği devinimlerini sürdürmeye bakarlar. Bundan öte bir çaba ve mücadeleleri olmaz. Hatta öyle ki, döngüsünden öte, sonsuz ufaklıkta hızını artırma gayreti de olmaz. Zaten öyle bir çabası olsaydı, böyle bir denge olmazdı.   
Oysa eğer o balık yerine bir insanoğlu olsaydı, komşusu bin doğururken, o bir doğursaydı, dişi balığın kocası her halde anında, ya onu oracıkta binlerce oltaya geçirip lime lime ederdi. Ya da oracıkta tavaya atıp, diri diri tava ederdi, neden komşusu bin doğurdu da sen bir doğurdun diye.
Ya da eğer bir yıldız olsaydı, komşu yıldız az daha parlak diye, kalkıp kozmos âlemini cehenneme çevirirdi.
Ne ise aykırılığımızı açıklamak için bu örnekleri de sonsuz çoğaltabiliriz. İşte sonsuz çoğunlukta aykırılığına örnek, âlemdeki tek varlık olan insanoğlunun da, fıtratı gereği yaratıldığı değerler vardır. Onu farklı kılan da bu değerlerdir.
İnsanoğlu olarak, belki akıl bizim diğer varlıklardan en büyük farkımız olarak görünse de, asıl bizi farklı kılan, onun öncülüğünde sahip olduğumuz değerlerdir. Bunlar, hayâ, kardeşlik, dostluk, doğruluk, daha nicesiyle birlikte, en önemlisi saygı ve sevgidir.

Bu benim bloğumda yayınlayacağım ilk makalem olacak. İlk makalemde ne ile ilgili yazsam diye düşünürken, belki de tam dank gelen bir anda, televizyon seyretmek isterken, tesadüfen denk geldiğim bir programda duyduğum bir konu hakkında yazmak istedim. Gerçi programı birkaç saniyelik seyrettim diyebilirim. Yani duyduklarımı duyduğum süre zarfında ancak seyredebildim. Çünkü daha fazla seyretmeye tahammülüm olmadı. Programda, güya toplumumuzda cinci hoca diye tabir edilen biri, bir şeyler anlatıyordu her halde. Tam da o esnada, eline uzatarak, sırıtkan bir yüz ve iç burkan bir ifadeyle, başparmağını ve işaret parmağını bir birine sürterek, aşk, sevgi bunlar yalan, gerçek olan para para gibi bir şeyler diyordu.  Ve zan edersem bu adam bir de o sırada güya dini program kisvesiyle sunum yapıyordu. Oysa her halde düşüncesinin inancımız ve kitabımız Kuran’ı kerimle çeliştiğini bilmiyordu.
Çünkü Kuran’ı Kerimde birçok ayetten sevgiden bahsedilmekte ve insanlara tavsiye edilmektedir. 
Meryem Suresi, 96. ayet: İman edenler ve salih amellerde bulunanlar ise, Rahman (olan Allah), onlar için bir sevgi kılacaktır.”
Taha Suresi, 39. ayet: "Onu sandığın içine koy, suya bırak, böylece su onu sahile bıraksın; onu Benim de düşmanım, onun da düşmanı olan biri alacaktır. Gözümün önünde yetiştirilmen için, Kendim'den sana bir sevgi yönelttim."
Daha nice sevgi ayeti ile birlikte, en önemlisi her halde bu kişi, Rum suresi 21. Ayeti hiç okumamış olmalı. Çünkü onda şöyle buyuruluyor.
Rum Suresi, 21. ayet: “Onda 'sükun bulup durulmanız' için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da, O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır.”
Ki bu ayet özellikle, aile ve eşlerin arasındaki bağı, yani sevgi bağının geliştirilmesi için, cami imamlarımızın her zaman vaazlerde ve hutbelerde dile getirdikleri bir ayettir.
Şimdi bu ayetin anlattığını, o adamın sırıtkan bir yüz ve fütursuzca parmaklarını bir birine sürterek, dokunduğu para veya para eden her hangi bir metal gibi, fiziki olarak görmediğimiz için yok mu sayacağız? Ya da haşa buna yalan mı diyeceğiz?
Düşünsenize, bu adam gibi düşündüğünüzü ve her şeye bu düşünceyle yaklaştığımızı farz edelim. Her gün eve girdiğinizde, kollarını açarak size koşan bir çocuğun, kapıyı yüzünüze açıp, yüreğinizi hoplatan bir eşin, kollarını açarak size sarılan bir anne, ya da babanın sevgisinden mahrum, dört duvarı yakut, ya da zümrütten bir dünyadan yaşasaydınız nasıl bir anlamı olurdu?
Oysa yakut ya da zümrüt, taş ya da toprak, ancak sevgi ile anlam bulur. Yoksa zümrütten de olsa, zindan yine zindandır. Ne seni saracak sıcak bir kolu, ne yüzünü güldürecek gülen bir yüzü vardır.
Asıl üzüldüğüm şey ise, bu asırda böyle şeylerin izlenmesi ve böyle safsataların dinleniyor olmasıdır.
Neyse güzel insan, sen yüreğini karartma ve asla sevip sevilmekten vaz geçme. Çünkü karanlık ne kadar zifiri olursa olsun, yine de güneş doğmaya devam eder. Onlar gereğini yaparak karanlığı, ruhsuzluğu, metaa tapmayı tavsiye ettikçe, sen seni insan kılan değerlere, hayâya, dostluğa, kardeşliğe, umuda ve de en önemlisi saygıya ve sevgiye yöneleceksin.
Böylece, her gün yanması pahasına, yaşama hayat veren ve yaşamı yaşanır kılan güneşin ışıması gibi, sen de karanlık yüzlere karşı yüreğini karartmayacak, fahri kâinat olarak, onların yalan dediklerini yaşanır kılarak, ışımaya devam edeceksin.    
Sevgi, saygı, barış, dostluk dolu bir gelecekte, daha nice güzel yazıda buluşmak üzere, hoşça kalın.
Zeki Tüzünlü
Not: Bu yazımdaki fikir ve birçok alıntı “=Barış Gülü =Şayşay=” adlı eserden alınmıştır.