Dostluk
Dünyada bir dostun olsun.
Bir çocuk genellikle, üç kişilik bir ailede
dünyaya gözlerini açar. Ama bazen babaanne, dede, hala ve amcaların olduğu kalabalık
bir aile ortamında da olabilir. Anadolu kültüründe genellikle bu böyledir. Yeni
evlenen biri, hemen evlendiğinin ilk günü kendine ait evine taşınmaktan ziyade,
babasına ait evde düğününü yapar ve genellikle ilk ve daha birçok çocuğunun
doğumu da, babası, annesi ve büyük ya da küçük kardeşleri ile yaşadığı bu evde
olur.
Aileye gelen bu çocuğun yarattığı sevinç,
genellikle bütün aileyi sevince, hatta sevinç gözyaşlarına boğar. Doğumunun ilk
günleri kucaktan kucağa, sevgi yumağı ortamında geçer. Ne olursa olsun, hatta
ailedeki büyükler, kardeşler ve ailenin diğer fertleri arasında bir kırgınlık
olsa dahi, bu onun için fark etmez. Yani o kırgınlık ne olursa olsun, o bebeğe
yansıtılmaz. O her zaman, kucaktan kucağa kaçırılan, öpücüklere boğulan, hatta
bazen paylaşılmayandır.
Özellikle Anadolu kültüründe bu böyledir. İki
kardeş, kanlı bıçaklı bir birine girse de, yine de evde bir bebek varsa, o bebek
için yüreklerindeki sevgi asla, herhangi bir sekteye uğramaz ve o bebek için
asla sevgilerinde bir eksilme olmaz. O bebek yine kucaktan kucağa kaçırılmaya,
öpücüklere boğulmaya, el üstünde tutulmaya devam eder.
Böylece kucaktan kucağa başlayan bu anlar, belli
bir süre sonra, patilemeye ve ele düşmeye başlar. Bu sefer kimi elinden
tutarak, sevgi yumağı ve büyük bir neşe altında patiletmeye, yavaş yavaş
yürütmeye çalışır. Kimi parmak uçlarından tutarak, paytak paytak yürütmeye
çalışırken, geri geri gittiğinden düşer maskara olur, kimi yürütmekten ziyade
onunla yuvarlanarak, ondan beter bebek olur.
Belli bir süre sonra bu tatlı anlar da son
bulur. Onunla birlikte aile de büyür ve ortam bambaşka bir şekle bürünmeye
başlar. Çünkü artık ailedeki tek çocuk o değildir. Hatta birkaç yeni gelen
olduğu gibi, bir kaçı da aileden ayrılmıştır. Kim bilir amca ya da halaları
evlenmiş, ya da amca ya da halalarının da çocukları olmuştur.
Ve belli bir süre sonra artık her gün gördüğü
yüzler, adım attığı sokaklar, gördüğü evler, binalar, hatta lehçe ve lisanlar
dahi değişmeye başlar. Çünkü artık annesinin elinden tutarak girdiği yolda,
ilkokula doğru yal almaya başlamıştır.
Ama yine de her akşam eve döndüğünde mutlaka bir
anne ve baba kucağı onu bekler. Oyyy oğlumuz ya da kızımız okula mı
başlamış? Yine öpücüklere boğulur yine
ailenin sevinç kaynağı olmaya devam eder. Ta ki yüz hatları çocuksu o masum
edadan kurtulmaya, mimikler yetişkinlik belirtileri göstermeye başlayana kadar.
Artık o anlardan sonra ise bu sıcak karşılamalar ve kucaklamalar sıkıcı olmaya,
hatta utandırıcı olmaya başlar. İşte bu durumun kendini gösterdiği andan sonra
ise, artık çocukluk dönemi bitmiş, yetişkin bir birey olma dönemi başlamış
demektir.
Bu andan sonra, bazen yörede olsa da yine de,
her akşam koşarak gidip kendini sıcak kucaklarda bulduğu ortamdan farklı
ortamlarda, bazen de tamamı ile bambaşka bir ortamda bulacaktır. Çünkü artık
üniversite dönemi başlamıştır. Ya olduğu yöredeki bir okulda, farklı bir evde
arkadaşları ile ya da aynı yörede ama her hangi bir yurt ve pansiyonda
kalacaktır. Ya da bambaşka bir il ve yörede, bu yaşam anlarını yaşamaya
başlayacaktır. İşte bu burumdan sonra, her akşam, ya da kötü bir anda veya
kendini kötü his ettiğinde, koşacağı ve sığınacağı ailedeki yüzler yerine,
başka yüzler almaya başlayacaktır. Bunlar ise arkadaş ve dostlarından başkası
olmayacaktır.
Gerçi ben yazının akışı açısından bir insanın
okul bağlamındaki hayat akışını seçsem de, bu akış bütün hayatlar açısından
böyledir. Yani her çocuk belli bir süre sonra yetişkinliğe ve farklı ortamlara
ve onu erdemine ulaştıracak, farklı insani değerlerle tanışarak, hayat yolunda
yol almaya mecburdur. Onu kişiliğini belirleyecek ve yaradılış fıtratına, ya da
erdemine erdirecek değerlere de bu hayat akışından ulaşır. Bu değerler de,
bundan önceki yazımda değindiğim gibi, sevgi, saygı, kardeşlik, dostluk gibi
değerlerdir. Bu değerlerden en önemli olanı, belki de hayatında en çok ihtiyaç
duyacak olanı, hatta onu hayatta tutacak ve ilerletecek olan değer de budur.
Çünkü belli bir dönem sonra, gittiği her yerde
kardeşleri, annesi, babası ya da akrabaları artık yanında olmayacaktır. Artık
başı sıkıştığında, dara girdiğinde, dönüp etrafına baktığında koşacağı bu
yüzlerin hiç biri onun bu durumunu çözmeye yardımcı olacak mesafede olmayacaktır.
Artık bu andan sonra böyle durumlarda, kardeşi, anne, baba, ya da akraba gibi
koşacağı ve üzerindeki sıkıntıyı paylaşacağı kişiler dost ve arkadaşları
olacaktır. Arkadaşlık kavramı da, çok bağlayıcı ve genel bir kavram olmasa da,
çünkü arkadaşlık bazen sadece yüzeyseldir. Mesela yol arkadaşlığı, askerlik
arkadaşlığı, sınıf arkadaşlığı gibi, sadece karşılaşır, bir birinizi tanır ve
belli bir süre sonra yollar ayrılır, öylece bu dönem de biter. Ama dostluk
dendi mi, işte bu insanı insan kılan değerler açısında, hayatın boyunca senle
kalacak olan değerdir. Dostlukların tamamı da arkadaşlık gibi, geçici ve
yüzeysel bir kavramla başlasa da, bu ölene kadar devam edecek ve seni toplumla
bağdaştıracak olan, erdemine, yani insani erdeme ulaştıracak bir olgudur. Hatta
belki de insani değerler açısında en kutsal olanı, insanlığın ihtiyaç duyduğu
en büyük değer de budur.
Düşünsenize Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s) in
Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Bilal, Hz. Ebu Zer gibi
dostları olmasaydı, idealinde o kadar erken yol alabilir miydi? Onun dostları
ki, yeryüzüne belki de, dostlukları, arkadaşlıkları, sadakat ve bağlılıklarıyla
onlar gibisi bir daha asla gelmeyecektir. Öyle yol alabildi.
Biz yine konumuza dönersek, belki bir çocuğun
hayatı boyunca en zor ulaşacağı ve bulacağı değer de bu olacaktır. Çünkü
hayatta değerli olan hiçbir şeyin kolay ve ucuz temin edilmediği gibi, gerçek
bir dost bulmak da kolay değil maalesef. Öyle bir değere ulaştığında, ya da
gerçek bir dost bulduğunda ise, işte o zaman, hayatta bir dostun olsun demenin
ne demek olduğunu anlayacaktır.
Şimdi anlatacağım ve hayat akışında
karşılaştığım bazı gerçekleri okuyunca ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.
Bir zamanlar çok ama çok samimi can ciğer diye bileceğimiz iki arkadaş tanıdım.
Öyle ki yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen, her gün hiç ayrılmayan, her
hâlükârda yan yana bulunan bu iki arkadaştan, birinin ailesi mazbut, köy ortamına
göre kendi halinde bir aileydi. Diğeri ise biraz daha farklı, maddi açıdan
durumları iyiydi. Gerçi Fakir denecek gencin bu arkadaşlığı için, yakın akraba
ve çevrenin bazen, ikazları dahi duyuluyordu. Oğlum işine gücüne bak, bu
çocuğun kuyruğuna takılma, sana ne faydaları var, seni kullanıyorlar gibisinden,
ama yine de o iki gencin arkadaşlıkları, bütün bunlara rağmen devam ediyordu.
Ve gün geldi o gençlerden fakir olanı askere
gitti. Tabi eskiden böyle nerede her kesten bir cep telefonu, anında mesajlaşma,
ya da canı sıkıldı mı hemen alo demek. Mutlaka bir zarf ve kâğıt bulmak
gerekirdi. Sonra o kâğıda bazen okuyup yazan birini bulup, yazdıracaklarını yazdırmak
gerekirdi. Kendin yazsaydın bile dakikalarca daha güzel ve iç açıcı nasıl
yazabilirim diye düşünürdün. Hadi iyi veya kötü bir mektup yazdın, bu sefer onu
göndermek başka bir sorundu. Çünkü her köyde bir posta şubesi bulmak imkânsız
hatta mucizeydi. Onu göndermek için ya, kasabaya, ilçeye, ya da bizatihi bağlı
olduğu ilin merkezine inmek gerekirdi.
Biz yine hikâyemize dönelim. Askere giden gencin
ailesi de, gencin köyde şehirle tek bağlantıyı sağlayan, oğullarının arkadaşına
güvenerek, ona yazdıkları mektupları verip gönderirdi. Daha doğrusu öyle sanıyorlardı.
Çünkü oğulları ile olan arkadaşlıklarını bildiklerinde, ne olursa olsun yazıp,
arkadaşının eli ile ona gönderdikleri mektupların, ona gönderildiklerini sanıyorlardı.
Ta ki, bir gün, mektupları verip gönderdikleri arkadaşının evlerinin dibindeki
çöpte, ona gönderdikleri mektupları bulana kadar. İşte o zaman yapılan bütün
ikazların ne kadar haklı olduğunu, bu arkadaşlıktaki, menfaat ve çıkarın iç
yüzünü anladılar. O andan sonra varlıklı olan gencin, iç yüzü ile birlikte
arkadaşlıkları, hatta iki aile arasındaki bağ da şekil değiştirmeye başladı ve
bir birlerini daha iyi tanıyan ailelerle birlikte, gençler de kendi yollarına
gittiler.
Bunun gibi daha nice gerçek hayat hikâyelerinden
biri de, lise yıllarında kirada kaldığımız ev sahibimizden duyduğum, gerçek
yaşanmış bir hayat hikâyesiydi. Ev Sahibimiz, kelli felli, atmışlı yaşlarda,
oldukça vakur ve değerli bir insandı. Bunlar da zamanında üç dört arkadaş, bir
şehirde bir ev kiralayarak okumaya çalışmışlar. Arkadaşlardan üçünün
ailelerinin durumları iyi olsa da, aralarında birinin durumu oldukça vahimmiş.
Hatta öyle ki, bazen kiraladıkları evin kirasını dahi ödemeyecek, yiyecek
masraflarını dahi karşılamayacak kadar kötüymüş.
Diğer üç
arkadaş ona bunu belli ettirmeden kirayı öder, sanki alacaklarını unutmuşlar
gibi davranır, bazen yiyecek ve içecek masraflarına dahi dahil etmezlermiş.
Bu bütün
okul hayatları boyunca böyle devam etmiş. Okul arkadaşlıkları boyunca, o fakir
olana takılırlarmış, canını sıkma, gün gelir sende büyük adam olur, biz yanına
geldiğimizde, güzel bir ikramda bulunur, borcunu ödersin diye takılırlarmış.
Hatta aralarında biri varmış ki oldukça hayalperest,
biraz da safsataymış. Çünkü her ne kadar hayalperest, çenebaz, hani insanın kulaklarını
kapatıp kaçacağı biri olsa da, dedikleri de genellikle çıkarmış. O ise fakir
olan arkadaşlarına şöyle takılırmış. Bir de bakasın, bir gün çok büyük bir adam
olmuşsun ve biz de ziyaretine gelmişiz, ama sen ise tanımamazlıktan gelerek
bizi kovuyorsun. Hele bir o gün gelsin hele bir o gün gelsin var ya, öyle bir hareketini
görsem, artık bu cümlesi alır başını gidermiş. Ta ki arkadaşları kulaklarını kapatıp
kaçana, ya da zorla ağzını kapatana kadar. Takıldığı arkadaşı ise, ciddi ciddi
cevaplarmış, olur mu öyle bir şey, bir gün her hangi bir arkadaşımı kapımda çevirip
tanımamazlıktan gelirsem, bu diyarı terk ederim bu diyarı be dermiş.
Eê hayat işte. Gel zaman git zaman okul bitmiş
ve her kes kendi yoluna gitmiş. Hatta öyle ki, hayat mücadelesi işte, öyle bir
an olmuş ki, artık, bir birlerinin adreslerini dahi kaybetmişler ve arayıp sormayı
da kesmişler.
Ama bir zaman sonra arkadaşlardan üçü, resmi görevlerini
bitirmiş ve emekli olarak yine memlekete dönmüşler. Tabi yine eskide olduğu
gibi, can ciğer arkadaşlıkları dostlukları devam ederken, aynı zamanda boş kalmamak
ve zamanlarını değerlendirmek için, mal ticaretine başlamışlar.
Tam da o dönemin bir kurban bayramı sırasında
aldıkları bir sürü celebi, büyük illerden birine sürmüşler. Ki bu sürüyü hem
emeklilik birikimleri, hem de bir yıl boyunca üçü de bire bir alın teri dökerek
ancak o güne getirebilmişler.
Ama o
dönemde ilden ile mal götürürken, belediyelerce bir izin belgesi alınması
gerekiyormuş. O belge olmadan değil malını meydana sürüp satmak, o ilin
sınırından içeri ayak atmak bile yasakmış. Gerçekten de öyle olmuş. Sürü tam da
sınırdan geçeceği zaman, hem zamanın güvenlik görevlilerince, hem de zabıta birliklerince
ablukaya alınmış ve o izin belgesi olmadan içeri geçilmesine izin verilmeyeceği
bildirilmiş.
Arkadaşların üçü de bu haberi alır almaz, o ilin
belediye başkanlığının yolunu tutmuşlar. Ama belediye başkanlık binasına
vardıklarında, bir de bakmışlar ki, kuyruk almış başını gitmiş. Sıradan
bekleyenlerin hemen hemen tamamı da bu izin belgesini almak için diğer illerden
gelen, sürü sahipleriymiş.
Ama arkadaşların üçünün de belediye binasının
kapısından içeri geçip karşılarına bakmaları ile, oldukları yere çakılıp
kalmaları bir olmuş. Ve her üçü de bir birine bakarken, yüzlerinde büyük bir
sevinç belirmiş. Çünkü karşılarındaki duvarda asılı belediye başkanının resmi
ve resmin altında yazılı olan isim, hiç de yabancı olan birine ait değilmiş.
Hatta can ciğer ve en az onlar kadar onlardan olduğuna inandıkları, fakir olan
okul arkadaşlarına aitmiş. Yani belediye başkanı, bir zamanlar kendi aralarında
okuttukları ve takıldıkları o fakir çocukmuş.
Üçü de neşe ile sekreterinin yanına varmışlar ve
görüşme isteklerini iletmişler. Sekreter hemen bu isteği belediye başkanına
iletmek üzere içeri geçmiş. Bu sırada üç arkadaş ise heyecanla, az sonra
sevinçle gelip onlara sarılacak olan arkadaşlarını, yani belediye başkanını beklemek
üzere danışmadan beklemeye başlamışlar.
Birkaç dakika sonra başkanlık kapısı
açıldığında, görünen yine az önce giden sekretermiş. Belediye başkanının bir toplantısı
olduğu, toplantıdan sonra onlarla ilgileneceği iletilmiş.
Yine de
doğal karşılamışlar ve beklemeye başlamışlar. Nihayet bu bekleme sabır
tahammüllerini aşacak sınıra varınca, arkadaşların üçü de, kapıyı tekmeleyip
içeri geçmişler. Belediye başkanı arkasına yaslanmış, adamın biri ile muhabbet
içindeymiş.
Eê hayat işte, bir zamanlar şaka maka takılan
arkadaşları, yine yummuş gözünü açmış ağzını, ula şerefsiz, sen daha düne
kadar, bizim kırıntılarımızla okuttuğumuz, dışarda kalmasın diye ısıttığımız,
ekmeğimizi suyumuzu paylaştığımız o çulsuz değil misin haa? Şimdi adam oldun da
bizi kapılar da mı bekletiyorsun şerefsiz demiş. Üçü de durmuş durmuş, bir anda
yüzüne okkalı bir tükürük savurduktan sonra, dönüp çıkmışlar. İzin belgesini de
gönderdikleri çobanları ile aldırmışlar. Ve o günden sonra arkadaşları özür dileyip
peşlerine düşse de, bir daha da yüzüne bakmamışlar.
Hayat, öyle bir öğretmen ki, günü geldiğinde
dostu da düşmanı da, akı da karayı da, âdeta cımbızla sıyırarak karşına
dikiveriyor işte. Ama tabi bu kadar gaddar ve olumsuz da değil elbet. Zaten her
zaman ak, ya da kara olsaydı ona hayat denmezdi. Kötüsü, menfaatçisi, yılan
gibi sokulanı olduğu gibi, bunların zıddı da var elbet.
Gün gelecek sana öyle sokulan olacak ki, onun
için gerçek bir dost, arkadaş, hatta iyilerin en iyisi diyeceksin. Ama her
zaman kendi menfaati doğrultusunda bu yüzü ile yaklaşıp, seni bu kadar
etkileyen o yüze, senin ihtiyacın olup ona döndüğünde, ancak gerçek yüzünü
görebilirsin. Adam senden yararlandıkça, abi, dayı, kardeş, vay abi bir
ihtiyacın var mı, senin için ne yapabilirim, yapabileceğim bir şey olursa ne
olur çekinme gibi duyar durursun. Çünkü artık öğrenmiştir senin bu tür şeylere
ihtiyacının olmadığını ve ondan bir şey istemeyeceğini. Ama hayat bu, gün olur
gerçekten, her zaman bu kadar yalakalıkla yaklaşan o insana işin düşer ve ona
dönersin. Hatta ona düşen bu işini de yüzde yüz yapacağına inanırsın. Çünkü o
işini yapabilecek her türlü imkâna sahip olduğunu biliyorsun. Ama gel gör ki,
işinin düştüğü ve her zaman işi düştüğünde hiç çevirmediğin ve seni eli boş
çevirmeyeceğine inandığın, o şahsın yanına varıp, gerçekten işinin düştüğünü
gördüğünde, işte asıl o zaman o şahsı sahip olduğu geçek yüz hatlarıyla görürsün.
Bir de bakarsın ki, adam ya açlık sınırında
yaşıyordur, ya hemen az önce elindekini avucundakini kaybetmiştir, ya su,
elektrik, telefon faturalarını ödemediğinden hacizle karşı karşıyadır. Yani
işin özü, neredeyse yine kalkıp elindekini avucundakini karşında sırıtan o
yüzün sahibine vereceksin.
İster inanın ister inanmayın, bunların hepsi
yaşamın gerçekleri. Ama tabi bu gerçeklerin içinde güneş gibi olanları,
parıldayan ve yüzünün döndüğünde, kalbinde ılık bir sıcaklık, gözünde insani
bir nem, yüreğinde derin bir sevgi, saygı ve kabarma yaratan da yok değil.
Güzel insan, ne olursa olsun, sen her zaman kendin gibi olmaya, yani, hani bizi
yaratanın, yarattığı fıtrat üzere, fahri kâinat olma yolunda ilerleyeceksin.
Bütün bunlar bir zifiri gibi etrafını sarsa da, sen şafak öncesi zifiriyi
yırtıp yücelen güneş gibi doğmaya çalışacaksın. İşte o zaman, yolun sonuna
varıp, arkana dönüp baktığında, elin boş olsa da, göçerken sadece üzerinde bir
hırkası olan, fahri kâinat gibi tebessümle göçecek, kazananın aslında sen
olduğunu göreceksin. Çünkü yaradılış fıtratının liyakatinde yaşamanın verdiği
onur yüzünü güldürmeye yetecektir. Ve bu kazançların en büyüğüdür.
Günün
birinde, bir yörede hac seferi başlamış. Eskide kafile kafile aylar önce yola
çıkılarak yaya haca gidiliyormuş. İşte böyle bir zamanda, hac yoluna çıkan bir
kafilenin hemen hemen hepsi kelli felli, zengin mi zengin, tanınan insanlarmış.
Yolda birkaç kişi daha katılarak kafile hac yoluna girmiş. Kafiledeki çoğu
insan bir birini tanısa da, aralarında tanımadıkları, yabancı simalar da
varmış. O simalardan biri, yaşlı mı yaşlı, kamburu çıkmış, zavallı görünümlü
garibanın biriymiş. Hatta yol boyunca kafiledeki illeri gelenler, ona sadaka
niyetinde yardıma dahi yeltenmişler. Yaşlı adam her ne kadar bu durumu izah
etmeye çalışıp, sadakaları geri çevirse de, insanoğlu işte, üzerindeki kılık
kıyafetten dinleme gereğini dahi duymadan, bu hareket ve davranışlarını hac
yolu boyunca sürdürmeye devam etmişler.
Hac yolu boyunca tanışmışlar kaynaşmışlar ve
nihayet haclarını tamamlayıp yine geri yola koyulmuşlar. Gerçi şimdiler de
artık hac dönüşü dahi pek kalabalık karşılamalar olmasa da, eskiden hacdan
dönenleri büyük kalabalıklar karşılarmış. Ondan dolayı da, hani bazen umulmadık
bir kalabalıkla karşılaşıldığında, hac dan mı geldim acaba diye bir deyin
söylenir. Kafiledekilerin hepsi de kelli felli olunca bu kalabalığın daha da
yoğun olacağı kesinmiş. Gerçekten de öyle olmuş. Hac kafilesini, büyük bir kalabalık
karşılamış.
Ama öyle bir noktaya gelmişler ki, onları daha
devasa, sonu görünmeyen, toprak atsan yere düşmeyecek cinsten bir kalabalığın
daha, kafileye doğru yaklaştığını
görmüşler. Hatta biraz da kıskanan bir yüz ifadesi belirmiş bütün yüzlerde.
Bütün kafile gelen kalabalığın aralarındaki kelli felli, zengin olan hacılardan
birine yöneleceğini sanarken, yine hac yolu boyunca olduğu gibi, kafilenin en
sonunda ilerlemeye devam eden, üzerindeki hırkadan bir iplik çeksen bin yamanın
düşeceği yaşlı adama yöneldiğini görünce, bütün kafile afallayıp kalmış.
Evet,
güzel insan, işte önemli olan budur. İster dünyanın tamamını kazanmış ol, ister
yıldızları, yine de yola koyulduğunda veya geri dönüp baktığında, sana koşan
bir yürek yoksa inan müflis yaşamışsın demektir. Ama elin boş olsa da, bir
yürekten yer edinmeyi başarmışsan, işte o zaman bütün dünyayı kazandım
diyebilirsin. Güzel İnsan şunu da unutma ki, aklıselim, dahi, ilim insanı ve
yüksek beyinlerin hiçbiri, dünya metasına önem vermemiş ve dünyayı sevmemiştir.
Onlar sadece dostluğu, kardeşliği, sevgiyi,
inancı ve insanlığı sevmişler. Çünkü asıl kazanım ve insanı insan kılan asıl
değerlerin bunlar olduğunu biliyorlardı ve görüyorlardı. İçinde bir çocuk
gülüşü, sıcak bir eş dokunuşu, bir anne ve baba duygusu, bir dost sıcaklığı olmayan,
altından bir dünyanın nasıl bir anlamı olabilirdi?
Bütün
bunlar seni gerçek dostluğa sürükleyecek, belki de sonsuz baskı ve emek sonucu
ulaşılan kömürdeki cevher gibi, gerçek bir dosta ulaştıracaktır. Şimdi de,
bütün bu gerçekler doğrultusunda kararan dünyamızı aydınlatacak, gerçek bir
dostluk hikâyesine bakalım. Bu hikâyede yayınlanmış eserim olan Barış Gülü
=Şayşay= dan alıntıdır. Olduğu gibi aktarıyorum. Bu eserimi yayınlamadan önce,
yayınlayacak yayın evi bulamadım. Ama kendim yayınladıktan sonra, elimdeki kitaplar
biter bitmez kitabımın kara borsaya düştüğünü gördüm. İşin ilginç tarafı,
emeğimi göz göre göre çalan bu insanları gördüğüm halde, sevinmemdi. Çünkü o
kitabın öyle satıldığını duymak dahi, sanki onca emeğimin karşılığını almış
gibi sevinmeme neden olmaya yetti. Hala da her hangi bir girişimim olmadı. Zan
edersem, belli bir süre daha da ilgilenmeyeceğim. Önemli olan o kitabın okuyucuya
ulaşmasıydı, o da emeğimin karşılığını yüklenecek bir yayın evi sayesinde olacağına,
bu emek düşmanları sayesinde olacakmış. Varsın şimdilik ekmek yesinler. Hiç
umurumda değil. Umurumda olan o eserin hak ettiği yeri bulmasıydı, o da işte
böyle bir yolla olacakmış. Neyse daha nice eserim sırada bekliyor. Belki
onların yayınlanmasında, bu olumsuzluklara müsamaha edilmeyecek bir ortam
bulabilirim. Şimdi o hikâyeyi olduğu gibi aktarıyorum.
“Günün birinde çok ama çok zengin bir adam varmış. Adamın tek bir erkek
evladı varmış. Kendisi yaşlanmış ve variyetinin başına oğlunu getirmek istemiş.
Ama bu devri yapmadan önce, bu kabiliyeti var mı diye oğlunu bir süre takip etmiş.
Oğlu Zengin çocuğu olduğu için, her zaman etrafı kalabalık ve arkadaşları
da çokmuş. Ama fark etmiş ki, bütün arkadaşları arasında, en eli bol ve mert davrananı
oğluymuş. Günün birinde oğlunu çağırmış. Oğlum sen bütün arkadaşlarına bunca
mert ve eli bol davranıyorsun, onlarda senin için öyle mi? diye sormuş. Oğlu ne
diyorsun baba? Benim bütün arkadaşlarım, ülkenin en zenginlerinin, hâkim,
savcı, avukat, doktor çocukları. Ben isteyim dünyayı verirler. Sen ne diyorsun
baba demiş.
Babası da gayri ihtiyari, eh sen öyle diyorsan! Neyse gün oluyor ki adam
hastalanıyor. Oğlu başında doktor doktor dolaştırmaya başlıyorlar. Ama hangi
doktora götürseler, hepsinin verdiği reçete aynıymış. Babanızın hastalığının
çaresi ancak, Amerika’da ve karşılığı ise bu kadar para demiş.
Adam oğlu ile çaresiz evine dönüyor. Oturup hesaplamaya başlıyorlar.
Bütün variyetini, fabrikalarını, evleri, han hamam, ne varsa satışa çıkarsalar,
yine de bir miktar eksikleri kalıyormuş.
Adam ilk önce oğlunun karakterini ölçmüş. Oğlum gel demiş. Nasılsa bunca
yaşadım. Bundan sonra yaşasam ne olur, yaşamazsam ne olur? Bari benden sonra
sen sıkıntı yaşama. Hiçbir şeyimizi de satmayalım. Beni dedikleri doktora da
götürme. Ben iyisi mi günümü bekleyim demiş. Oğlu düşünmüş düşünmüş, peki baba
demiş, o zaman sen öldükten sonra, ben bıraktıklarınla nasıl yaşayabilirim
demiş. Adamın yüzü gülmüş. Çok şükür emeklerim boşa gitmemiş diye sevinmiş.
Oğlunun karakterinden emin olmuş.
Eee
peki ne yapalım oğlum demiş. Baba ilk önce, hele satılacak ne var ne yok satalım,
gerisini de olmazsa, zaten hepsine değil, tek bir arkadaşıma söylesem dahi, o
eksiğimizi kapatır, öyle yola çıkarız demiş. Eh peki oğlum demiş. Başlamışlar
her şeyi satmaya. Zaten satışa çıkan da çıkar çıkmaz satılmış. Sıra gelmiş o
eksiği kapatmayaa…
O
kadar zengin, hâkim, savcı, doktor, avukat çocuğu arkadaşları var ya, sevinerek
onların arasına koşmuş. Eksik kalan parayı ilk bulduğu arkadaşından isteyecek,
o da hemen çıkarıp verecek, gelip babasını doktora yetiştirecek.
Evden çıkarken sabahın ilk saatleriymiş. Akşam ezanı okunmuş karanlık çökmüş.
Her kes sofradayken, kapı açılmış ve içeri gelmiş. Yorgun, bitkin ve de yüzü düşmüş.
Salona geçip hasta yatağında yatan babasının, başucundaki koltuğa yığılıp kalmış.
Babası ise öylece yattığı yatağından, oğlunun o haline bakıyormuş. Aslında o hali her şeyi anlatıyormuş, ama
yine de sormuş. Ne yaptın oğlum? Sabah uçaklarını kaçırdık, belki gece uçaklarına
yetişiriz. Oğlu mahcup ve gözü dolmuş, ya baba meğer bütün arkadaşlarımın,
bizden beter sorunları varmış ya. Kime vardıysam, borcu çıktı, hastası çıktı,
ya kısacası bulamadım demiş.
Adam yavaşça yatağından doğrulup oturmuş. Hemen kalkıp babasının arkasına
yastığı koyup oturmasına yardımcı olmuş. Yine geçip babasının karşısına oturmuş.
Babası oğluna bakmış bakmış. Oğlum madem öyle, benim de bir zamanlar bir arkadaşım
vardı. Bir de ona varsan demiş. Bir zamanlar çok değerli bir dostluğumuz vardı,
ama sonra ne oldu bilmiyorum, aramızdaki bağ koptu. Fakat ben onun dost olduğuna
inanıyorum. Sen bir de onun kapısına var demiş.
Çocuk babasından aldığı adrese varmış. Bir köy evi, kapıda sadece bir
ticari taksi duruyormuş. Çocuk daha kapıyı çalmadan şöyle bir eve bakmış. Sonra
dudak bükmüş, babam arkadaşım dedi ama zaten bu evi dağı taşı satsa da, çıkarmaz
ki o parayı demiş. Neyse yine de madem geldik bari çalayım demiş. Ve kapının
zilini çalmış. Bir kız çocuğu kapıyı açıp buyur etmiş. İçeri geçip yer minderlerinden birine oturmuş.
Başlamış başından geçenleri anlatmaya. Sonunda işte böyle dayı demiş. Bu eksiğimiz
için de babam beni yanına gönderdi. Adam derince bir iç çekmiş, camdan dışarı
doğru bakmış, karanlık çökmüş. Oğlum hele sabah ola hayır ola demiş. Baban
gerçekten dost gibi bir dosttur, haline üzüldüm demiş. Yemekler yenilmiş, çaylar
içilmiş her kes yatağına geçip yatarken, adam evden çıkmış. Çocuk başlamış
düşünmeye boşuna geldik diye.
Sabah olmuş ve çocuk uyanmış, kahvaltısını etmiş ve müsaade istemiş. Eee
zaten belliydi o paranın bu evde çıkmayacağı. Eli boş dönecek diye kapıya
yönelirken, artık ne oldu diye sormaya bile gerek görmemiş. Kapıdan çıkmadan
önce, adam uzanıp masadaki çantayı almış ve çocuğa uzatmış. Al buyur oğlum
demiş. Umarım babanı kurtarırsın. Buradaki hastanelerden birine yatırsaydın
bende senle gelirdim. Ama madem dışarı götürecen, İNŞAALLAH iyileşip geri döndüğünde,
ziyaretine geliriz demiş.
Çocuk bir anda afallamış. Neyse çantayı almış. Yüzü gülmüş ve evine
dönmek üzere evden çıkmış. Peki, dayı madem sen şu taksinle beni havaalanına da
bırakıp gelsen demiş. Bir an önce yetişeyim de, belki erkenden yola çıkarız.
Adam bir anda ne diyeceğini şaşırmış. Oğlum bilseydim tüh, sabah taksiyi tamire
bıraktım ya demiş. Çocuk yine geri durup şöyle bir adama bakmış. Kendi kendine
vaay be demiş. Neyse dayı hiç önemli değil, olmazsa yarın yola çıkarız ne
olacak demiş.
Adam en son çocuk ile vedalaşırken, oğlum anladığım kadar, ne var ne yok
satmışsınız. Ama çok şükür, şu gördüğün ev hala benim demiş. Çocuk bu sefer gerçekten
donup kalmış. Gözleri dolmuş ve oooo dayı teşekkür ederim demiş. Akşama
babasının yanına varmış. Yüzü gülüyor heyecanlı. Babasının da yüzü gülmüş. Ee
sormaya gerek yok ya, ama yine de sormuş. Ne oldu oğlum arkadaşımı bulabildin
mi? Bulmaz mıyım baba demiş. Eee para. Çocuk hemen elindeki çantayı önüne
koymuş.
Valla baba dün giderken evinin önünde bir taksi vardı. Sabaha kalktığımdaysa
yoktu. Zan edersem istediğin parayı tamamlamak için satmış, ama istediğim
parayı verdi. ALLAH razı olsun. Bir de evden çıkarken, eğer lazım olursa ev de
bana ait dedi. İnan Baba senin arkadaşın gibi, bir arkadaşım olsun, varsın
varım malım mülküm olmasın demiş.
Babasının gözlerinde yaş akmaya başlamış. Yavaşça yine kalkıp yatağına
oturmuş. Evet, oğlum biliyorsun, benim pek arkadaşım yok, ama bir dostum var
demiş. Gerçekten de varmış baba. O zaman buyur baba, hemen gidip biletini filan
ayırayım da, yola çıkalım. Yok, yoğlum yok. Çok şükür ben hasta filan değilim.
Malı mülkü fabrikayı da satmadık. Bütün bunların hepsi sana ders olsun diye, sadece
hazırlanan bir oyundu demiş. Ahan ben geldim
ve gidiyorum. Yarın bütün bunların hepsi sana kalacak. Ama el uzattıkların
değecek kişiler olsun. Senin arkadaşım dediğin çapulcu sülük gibileri olmasın.
Arkasına yaslanan çocuk da şok olmuş.
Çocuk, valla baba böyle bir şamardan sonra da hala uyanamazsam, zaten
bırak hiç uyanmayayım demiş. Babası oğlunun alnından öpmüş. Ve kalk hazırlan da
gidelim. Nereye baba? Oğlum o dostumu çok özledim demiş. Valla baba, keşke öyle
özlemini duyacağım bir dost da, bana rast gelse demiş. Ve de Oğlum bir dostun
varsa zenginim diye bilirsin, bir dostun yoksa sakın ha, elindeki varını kayb
etmeyesin demiş. Oğlu ise tebessüm ederek, evet baba hem de çok iyi öğrendim.
Çünkü düşenin dostu olmazmış.
Çıkarsız ve menfaatsiz kurulan arkadaşlıklar ve dostluklar gibi, bu hayatta
başka güzel ne olabilir? Zaten insani kavramların en büyük değerlerinden bir
kaçı da, bunlar değil mi? İnsanı insan kılan değerler. Ve inananın, dost bildiğiniz
bir dosta koşarken, ya da onun size geldiğini duyarken, kendinizi kışın zemheri
ayazından, ilkbaharın güllük gülistanlık bağlarına düşmüş gibi his edersiniz.
Böyle bir dost ve arkadaş için, değil
bir görev sırrı, binlerce görev sırrı feda edilirdi...” Barış Gülü =Şayşay= dan.
Güzel
İnsan, gün gelecek, en yakınların, yani annen, baban, kardeşlerin, akrabaların
dahi senden uzak duracaklar. Çünkü o an sen onlara muhtaçsın ve her birinin
sana koşacaklarını, ihtiyacını paylaşacaklarını sanarken, fersah fersah kaçtıklarını,
yapayalnız kaldığını görebilirsin. Ki zamanımızda, bu tür intizarları aramaya
hiç uzağa gitmeye de gerek yok. Belki şu an kendin dahi böyle bir durum yaşıyorsun,
belki de birkaç adım ötende karşı dairede veya karşı sokakta biri ile birkaç
saniyelik hasbihal etmen yeterli olacaktır, yaşamın bu gerçeklerini duyman
için. Umarım senin çevren ve dost bildiklerin gerçek aile, akraba ve dostturlar.
Ama işte önemli olan her zaman iyi anında değil, en zor anında düştüğün yerde başını
kaldırıp baktığında, sana uzanan elin varlığıdır. İşte o an gerçek bir dostluğun
ne olduğunu, hayatta bir dostun olsun demenin ne anlama geldiğini anlarsın. İşte böyle bir dost edinmişsen, bil ki,
artık yaşamı kazanmışsın. Ve sen hayat yolundaki en büyük değerlerden birine
sahipsin. Unutma, her ne kadar etrafın karanlık ve zifiri olsa da, yani farkında
olarak onların gerçek yüzlerini bilsen de, sen yine de ancak onlardan farklı
olarak, hatta onlara inat böyle değerlere ulaşmakla parlayacak, ışıyacaksın.
Hatta böyle olmak zorundasın. Çünkü sen insansın. Ve ancak insani değerlere bağlı
kalmakla, bu fıtrata ulaşabilirsin.
Nice güzel gerçek dostluklar kurmanız dileği ve
bir dahaki yazımda buluşmak umudu ile hoşça kalın.
Zeki Tüzünlü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder